Münir Yenigül / 





0. Cemal Süreya şiiri denince akılda ilk oluşan, YKY 250. baskı arka kapakta da özetlenen şekliyle, hormon şiirlerinin ağırlıkta olduğu, popülerleştirilmiş, kullanışlı, kolay tüketilebilen şiirlerinden oluşturulmuş pembe kümülüs bertaraf edilmelidir.


1. "Lirik, erotik, politik": Yalçın Küçük gözü yaşlı şekilde striptiz mi yapıyor karşımızda nedir, bir şey aynı anda bu üçü nasıl olabiliyor.

Buradan varılacak nokta, en fazla, hepimizin çevresinde beş on tane yetişen lakayıt, gevşek, lümpen solculuktur -aksini ben de bilmiyorum-. Bir kişinin herhangi bir şeyde kendisini politika yapmak zorunda hissetmesi; doğduğu, yaşadığı ya da geldiği coğrafyadan dolayı politik olmasının beklenmesi beyhude, gereksiz ve şiirin politika yapmaya izin vermemesi hasebiyle sıkıntılıdır. Mesela Yılmaz Erdoğan'ın "ezilen Kürt halkının acısını şiirinde ilmek ilmek işlemesi" yerine vegan olması (ilki sözde, pseudo, kağıt üzerinde, -mış gibi yapan  bir devrimcilik iken diğeri homo sapiens tarihi nezdinde) nispeten daha etkili bir devrimci hareket olabilir.

Şiirle politika yapmak, şiirde politiklik nedir, olmadı şiirle araba tamir edelim. Şiirle neden politika yapalım. Politikayı politikayla yapmak, şiirle şiir yapmak daha münasip değil mi.

2. CS'nin, arz-talep, tüketilebilirlik, kullanışlılık sebepleriyle daha öne çıkarılan Kazanova, Don Juan dönemi, sosyal medya paylaşım şiirlerinden, özellikle baştaki dar, sürekli aynı yerde dönüp duran, hormon şiirlerinin önünü açan, cesaretlendiren Üvercinka şiirlerinden ziyade*, daha "dertli/ derdi, endişesi olan"** bir söyleyişin hakim olmaya başladığı Papirüs dönemini, muhtemelen derginin heyecanı, sürükleyiciliği nedeniyle kısa aralıklarla yayımladığı şiirleri daha iyi, kısa aralıklarla iyi şiirler ortaya çıkarmasını değerli, bu dönem içinde farklı imkanlar/yollar/uçlar taşıyan Bir Kentin Dışardan Görünüşü ile Ortadoğu (dahil) arasındaki 40 sayfalık kısmı pik/zirve olarak görüyor, bu kısmın CS şiirinin asıl taşıyıcısı olduğunu düşünüyorum.

2.1 Sevda Sözleri - Toplu Şiirlerini ilk okuyuşumda özellikle Ortadoğu kısmının, popülerleştirilmiş şiirlerden farklı bir sesi/atmosferi olduğunu hissetmiştim. Epey bir zaman sonra Sevda Sözleri'ni yeniden okuma isteğim, "şimdi sen gidiyorsun ya herkes sana benzeyecek" şiirlerinden ziyade özellikle Ortadoğu'yu hatırlayarak vuku bulmuştu. (Bir defasında haftalarca İlhan Berk'in Troya'da Siz Sözü Güzeldi Eskiden,  Ben Senin Krallığın Ülkene Yetiştim, Siz Dedim De (F) O Denizler Aldı Beni şiirlerini aramıştım.)

3. Bir yerden sonra, adeta "ya tamam güldük eğlendik artık işimize bakalım" vaziyetini birçok şairde gözlemleyebiliriz: Turgut Uyar'ın Arz-ı Hal ve Türkiyem ile Dünyanın En Güzel Arabistanı arasındaki, Edip Cansever'in İkindi Üstü ve Dirlik Düzenlik ile Yerçekimli Karanfil'i arasındaki, İlhan Berk'in Güneşi Yakanların Selamı ve Türkiye Şarkısı ile (Galile Denizi'nden başlayarak) Çivi Yazısı arasındaki keskin ayrımı, net olarak hissedilen seviye farkını*** "ciddiyet" kabul edersek, bu ciddiyetin Süreya'da Göçebe ile kendini gösterdiği ve tam olarak  Bir Kentin Dışardan Görünüşü ile bulduğu düşüncesindeyim: tavır Üvercinka'daki humor'dan, zararsızlıktan, ehlilikten, domestiklikten dil uğraşlarına, yeni şiir dil imalatına, çabasına doğru değişmiştir.

Ancak Üvercinka'daki halet-i ruhiye tam olarak terkedilememiştir (nüksedişler gözlemlenir). Üçbin Yaprak Yüzbin İpekböceği ve sonrasında içerik genişlemiştir ama şiir / poetika düşüştedir (bkz: yükseltici transformatörle gerilimin yükseltilerek akımın düşürülmesi). Artık çok farklı seslere bürünebildiğini (Yazgıcı Şiir'de ve Düşüncesi Değil, Kendisi şiirinin son dörtlüğünde Ece Ayhan, Dilekçe'de Ahmet Arif benzeşimi, Ortadoğu'daki şiirlerinde Ercüment Uçarı şiirlerini anımsatan süreklilik, ritim; Sevincelik'in az ötesi Sunay Akın); Göçebe ile Arka Güneş arasındaki gibi hızlı ses/ton değişimleri; Yakındoğu'nun almaşık lisanları gibi buluşlar (buluş denebilirse); Ölüm, Tek Yasak, Tenokratlar gibi Özdemir Asaf yahut twitter tespitleri benzeri aforizmacı, aşırı indirgemeci, Fotoğraf'çı, tespitçi şiir; Ğ Vitamini, Nü, Yakın, Sigarayı Bırakanın Şiiri gibi okuduktan sonra "hahaha seni hınzır" diyeceğimiz latifecilik, nüktedanlık örnekleri; Cellat Havası, Resim, Tristram'daki çocuk şiirleri ya da katalog havası; özetle birinci yeni ya da birinci yeniye doğru karşı-devrim görmeye başlıyoruz ki bu tarz bir tespitçilik, statik, plastik tutum haricinde poetikanın yeni bir devindiren gücü yoktur buralarda. Özellikle Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir(OHH) bu güçsüzlüğün en belli örneğidir; şiir gerilimi giderek düz yazıya doğru tavsamıştır. Laçka sözün dibine vurulmuş, ucuca eklenince sıradan bir hikayat olacak bir metnin şiir olarak sunumunu Duchamp Çeşmesine mi borçluyuz:
İşe bak, dün humour sözcüğü için Fransevi'yi açtıydım,
"Şetaret" diyordu yanlış okumadımsa Şemsettin Sami
Ey şetaret bankası, artık gelmiş sayılırsın Çankaya'ya?
(OHH)

Bu kadar düz anlatıma, konuşmaya, laflamaya, yılışık söze maruz kalınca bana sıkıntı basıyor. Hakeza bir sonraki beşlikte de devam ediyor hikâye. Ama beni şaşırtan, sonunda "-Ağır ol Bay Düzyazı, / Sen ancak uçağa binebilirsin!" görmek oluyor.

En nihayetinde, "...Sürekli Şiir" acaba "Sürekli Devrim" ile sadece isim benzerliği mi taşımakta, yoksa şiir olanın düz yazının belirsiz sınırlarına, içlerine kadar genişletilebileceğini, düz yazıyı kuşatabileceğini mi savunmakta, gerçekleştirmeye çalışmakta Süreya. Bence bu imkansızdır, zira kuşatma her zaman için karşı-kuşatmayla neticelenme tehlikesi taşır, düz yazının tüm elementlerini kuşanarak düz yazıya karşı mücadele verilemez, eldeki metnin düz yazılaşması, hikâyeleşmesiyle neticelenir kanısındayım. (En azından karşımızdaki metnin şiir  mi  hikâye  mi olduğunu ayırmak adına, neden şiir diye sunulduğunu anlamadığım bir kaç hikâye örneği: Turgut Uyar’ın YAPI; Can Yücel'in Bir Numaralı Halk Düşmanı, Cehennemin Dibi, Hayırsız Ada, Dinar Yolunda Devrilen Bir Fordun Şoför Ahmet İçin Yaktığı Ağıt; Turgay Fişekçi'nin Babamın çamları, Mektuplar (mektup zaten başlı başına bir form iken neden şiir formuna sokulmaya çalışılır), Ayçiçeği tarlasında; Eray Canberk’in AYDIN OY’U ANARKEN (Yine : mektupla mektup yazmamız, şiirle şiir yazmamız daha münasip değil mi. Bu metnin şiir olarak kabul görmesini sağlayan yegane şey benden / “gıyaben”, bana / saygıyla, sayfada / Çapa’da,  olduydu / koruyucu kafiyeleri mi. Belki sonuncusunu ayırabiliriz, zira eskilerden Sagopa ve Ceza’nın birkaç şarkısında ve çoğunlukla son dönem Türkçe Rap’te, ritmin ağırlıklı olarak son kelimelerdeki sesli harflerle sağlandığı bir kafiye stili gözlemliyorum ve bunu gayet hoş buluyorum).

(Harari Mode On)
Şiirde hikâyeleşme tehlikesi kolay ortaya çıkabilir. Bu, hikâye söylemeye daha meyilli canlılar olmamızdan, tüm insanlık mitimizi, tanrı, devlet gibi hayali düzenlerimizi, kurgularımızı, inaçlarımızı hikâyelerle oluşturduğumuzdan, hikâyeye, estetiksiz, düz anlam(emir)  iletimine şiirden daha önce başladığımızdan ileri geliyor olabilir.
(Harari Mode Off)

3.1. Maalesef "sürekli şiir teorisi"nden miras olarak sadece "şiire sokmak" kalmış görünüyor (Orhan Veli Nasırı): artan şiir enflasyonunun ortaya çıkardığı Yurdumun Şairleri, tüm poetikanın "şiire sokulanlar" üzerinden kurulduğu örnekler, Otomobilim, Berberim, Televizyon (Parıltı Ferahı, Demli Olsun, Kız Fıstık gibi kaliteli örnekleri ayırmak lazım tabi) ve hâlâ çek-senet, bono, akbil diyen "milenyum kuşağı".

3.2. Beni, Güz Bitiği içinde "1 Düzyazı" olarak yer verilmiş "Siz, Saatleri" metninin Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir'den daha (afedersin) "şiirsel" olduğunu düşünmeye sevk eden ne?
Tam Ataç Sokak'tan Pazaryeri'ne dönüyorum ki
Bir sürü giysiyi üst üste atmış omuzlarına
Terzi çırakları pat pat düşüyorlar ortaya
Rengârenk kır çiçekleri gibi.
(OHH)

Toplanıp bir eylem, bir yürüyüş, bir basın açıklaması filan yapılmalı; bu şey dize olamaz, bu şey şiir olamaz, bu şey hikâyedir, yaşanan her şeyin şiire malzeme edilmesinin, şiir fetişinin yanıldığıdır. (Akabinde turizm reklamlarını andıran "Şair arkadaş"a seslenişi, "come to Ankara")

Heykel, Kısa Türkiye Tarihi, Camdan gibi şiirlerde de, Birinci Yeniden İkinci Yeniye doğru gerçekleştirilen atılım tersine dönmeye, geri sönmeye, karşıdevrime, laflamaya başlamıştır.
Gözüm gitti de
Heykelin önündeki ere
Düşündüm :
(Heykel)

Her günkü sıradan aktiviteler (everyday life) bu kadar kolay/rahat anılmıyordu oysa başlarda. Ne oldu da bu kadar kolay/rahat anılmaya başlandı. Bu, gündelik dil'in fetişleştirilmesinin, dilin laçkalaşmasının, "şiir dil"in gevşekleşmesinin müsebbibi olabilir mi.

Şunu hatırlamak gerek: "gündelik dil"deki dil ile İlhan Berk'çi anlamda dil'in (yanlış isimlendirmeden başka) hiçbir benzerliği yoktur. Gündelik söz olabilir o ancak, ki tamamen klişe ile, "yılışık söz" ile, "kıl tüy" ile doludur.

3.3. Peki, dilden söze, düz yazıya, düz konuşmaya meylediş, zorunlu mu, kaçınılmaz mı, nedir yani; Ronaldinho'nun Transfermarkt piyasa değeri grafiğini andıran bu yükseliş ve düşüşün, bu tavsamanın nedenleri nelerdir.

Grafiğin düşen kısmında anlatım, hiç sekmeden, beklendiği üzere, didaktik ya da hikâyeci, tamamen konuşan, laflayan, sağa sola hitap eden (bir ara "hitap"ın imam-hatipler gibi yayılacağından korkmuştum) bir anlatıma dönüşüyor. "Dil tepeleri"nden, dikeyden, derinleşme çabasından "söz vadileri"ne inmiş, yatayda alan açma, sürdürme uğraşında ("Daha çok seviyorum Cansever'i, Uyar'ı, Can Yücel'i"). Demek ki şiirde artık bu şekilde rahat konuşabilecek bir konuma erişilmiş, bir koltuk edinilmiş, zarlar atılmaya başlanmış, şairler üzerine yayık ağız şiirler yazılmaya başlanmış (bir şairin ölümü üzerine "fazla şiirden öldü" demek? Ölümle de bu kadar humor geçilmez ki. Aynı lakaytlığı Ergin Günçe'nin Şehirli Şairler Antolojisi şiirinin son kıtasında görebiliriz; genel olarak bu "rahatlama/tavsama" durumunun Ergin Günçe şiirinde Türkiye Kadar Bir Çiçek kitabında görülebileceğini düşünüyorum).

4. Sözcüklerin değişik dizimi, değişik bir içerik ortaya koyar, içeriklerin değişik dizimi ise değişik bir etki yapar. ( Blaise Pascal, Düşünceler )

3.4. Bir şiirin yapıtaşı nedir, tek başına sözcükler mi, dize mi, dizenin sözdisimsel ya da semantik olarak deformatif oluşu ya da olmayışı mı, tek, donuk bir anlam üretme gayesinde olup olmadığı mı, tüm içeriğin tek bir şeye tekabül etmesi ya da etmemesi mi, bir kaç dizeden oluşan bölümlerin ya da birbiriyle hiç alakası olmayan birimlerin tamamen kurgusal bir akış halinde bir sonuca doğru ilerlemesiyle ya da ilerlememesiyle oluşan bir bütün/toplam mı, aynı dert düz yazıyla anlatılabiliyorken adının şiir konmasının alemi ne… gibi sorulara çok basit bir formül önerisi: düz yazılaştırılamıyorsa / hikâyeleştirilemiyorsa şiirdir.

Bunun en basit / kaba yöntemi:  dizelerin uç uca eklendiğinde herhangi bir olay örgüsü barındırıp barındırmaması, en klişe hikâye öğeleriyle kurgulanmış olup olmadığı, hikâyeleştirmenin klişelerini olduğu gibi kullanarak, adeta rehin alarak, canhıraş şekilde bir şey anlatmaya zorlayıp zorlamadığı bakımından; Logos'taki dil-söz sarkacında, şiir ile düz yazı arasında gidip gelen metne, düz yazılaştırılabiliyorsa / hikâyeleştirilebiliyorsa, şiir demenin sükse dışında bir gayesi, varlık sebebi yoktur. Böylece şiire olay örgüsünün, hikâyenin ağır klişelerini, anlatımın ağır yükünü gereksiz yere yüklememiş oluruz; biliyoruz ki taşıyamıyor. (Arkadaşlar arasında "düşüyor" diye tabir ettiğimiz bu olay, şiirin iyi başlayıp belli bir ritimle akarken birden tabldota bağlayıp kabak tadı vermeye başladığı, hikâyeleşmeye doğru gittiği, "hikâyeye düştüğü" kısımlar için söylenir.)

Hikâyenin imkanlarına tamamen teslim olunarak, hikâyenin belirsiz sınırlarından sakınmasız girip, buradan şiir ile çıkmak bana pek mümkün görünmüyor. İstisna, ancak hikâyeleştirmeyi, anlatımı dahi sarsarak, cümleyi / dizgeyi yerinden, anlamından uğratarak mümkün olabilir.

5. Üvercinka’daki big bang ile, "için için kaynayan patlayan", farklı imkanlar, uçlar taşıyan şiir evreninin bir parçası Jacques Prévert'in gerçeküstü şiirlerini ve Yiğit Özgür karikatürlerini duyumsatan Şiir, Adam ve Dalga şiirlerine ulaşmışken, başka bir parçası da "kendini memleket havasına kaptırmaktan", "gezelim görelim, yurdumuzu tanıyalım", coğrafya ders kitabı ünite sonu şiirlerine varmaktan kurtulamamış. Bu duruma bir yerde İsmet Özel bile maruz kalmış:
çünkü biz savaşmasak 
Uzak Asya'dan çekik gözlerimiz
Küba'dan kıvırcık sakallarımızla
savaşmasak
güm güm vurur mu kömürün kalbi Kozlu'da
Ke San'da, Kandehar'da ümüğüne basılır mı vahşetin
(Sevgilim Hayat)

Süreya'daki örneği, 555 K şiiri. "Memleket havası"nın ne derece kof, faydasız, idle, void, return 0 bir eylem olduğu artık anlaşılmalıdır, zira toplum artık kof, faydasız, idle, void, return 0'dur (belki ilk kurulurken de öyleydi). Üstelik gerçekçilik bana göre bu toplumun/ insan toplumlarının hangi gerçeklerin üzerinde yükseldiğini göstermekten ziyade gizler/örter/görmezden gelir, çünkü o bir hümanist gerçekçiliktir, ve bu yönüyle bir yalancılıktır. Mesela insan layer'ındaki sınıf savaşımı, görünürdeki açlık, yoksulluk, sömürü vb'nin altındaki layer'da tabiat ve hayvan tahakkümü, sömürüsü, yıkımına dair hiçbir gerçeği toplumcu gerçekçi şiirde göremeyiz. Hatta şiir bu yıkımlar, bu tahakküm, bu sömürü sebebiyle/sayesinde ortaya çıkmış gibidir. Dünyanın ağzına sıçışımız çok şiirsel.

6. switch (siir) {
            case 1940: System.out.println("Pastoral"); break;
            case 1980: System.out.println("Lirik "); break;
            case 2010: System.out.println("Epik"); break;
            }

Kod bloğumuzda sonuncu "break" olmasa da olur. Olmaması sıkıntı yaratmayan bir şeyi beyhude, gereksiz, yararsız kabul edebilirsek;

Black Mirror'ın Valdo bölümünde, Valdo adlı kurgu karakteri yaratan, seslendiren elemanın depresif hallerini göstermek için 25'52''deki geniş planda rahatlıkla görülebilen, anlaşılabilen şişelerin 25'58''de yakın planda tekrar gösterilmesi, en başta klişe olmasını geçelim, beyhudedir, göze sokmadır, gereksiz yakın plandır:
Pazar pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
Yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi
(Ülke)

Çağrışımlar neticesinde yapılan kelime oyunları, deformasyonlar, harf eksiltmeler, artırmalar, açıklamalar vs. gereksiz yakın plandır, beyhudedir, yararsızdır, hiçbir şiir kuvvet yaratmaz, laf kalabalığıdır.



* Ah Muhsin Ünlü instance'ı olmaya yola çıkan ama ancak bir Ali Lidar klonu olabilen kitlenin sorumlusu biraz da Üvercinka şiirlerinden yüz bulunması olabilir.
** Bunu da fetişleştirdik, birisi çıkıp "hiç bir derdim yok, Cüneyt Arkın gibi şiir yazamayacak mıyım, film yapamayacak mıyım" dese, ne denebilir.
*** Metin Eloğlu'ya net bir çizgi çekebileceğimizden emin değilim. Bkz. İlker Şaguj, Kendi Dalgasında Bir Adam, Kargış II, "1959 yılında yayımlanan Odun kitabıyla birlikte..."





_