Erhan Altan /
Aşkın yaralar
“Şiir”, ilk bakışta sevgiliyle yapılan ve bir türlü kavuşamamanın sıkıntısı üzerine bir konuşma gibi duruyor. Bu durum, dizeler birleştirilip bir düzyazı haline getirildiğinde daha berrak görülüyor; sevgiliyle bir iç içe geçme özlemi ve bu özlemin sınırlarla mücadelesi:
kendime sen diyorum çünkü
mesafe böyle kalkıyor aramızdan sanki ten tendeyken biz hiç ayırılamayan ayırt
edilemeyen bir ve diğeri ki sınır yaralanmadır geçiş açık bir yara sen diyorsun
bana ben diye hangimiz derse işte burada bir bıçak yap benim biçimimi.
Şiirdeki tek noktalama işaretinin en sondaki nokta olması, şiirin kendini böyle tek bir bütün olarak okunmaya açık bıraktığını veya böyle okunmayı da isteğini gösterir. Öte yandan şiirde “sınır” sözcüğünün kendisinden başka, “mesafe, ten tende olmak, ayırılamamak, ayırt edilememek, geçiş” gibi, bir bütün olamamayı, ayrı düşme kaygısını anımsatan ve sınır çağrıştıran sözcükler yer alıyor. Şaşıracak bir şey de yok: aşkınlaşma gereksinimi içindeki aşk, aşılan veya aşılamayan sınırların belki en çok hissedildiği ruh halidir.
Birleşebilmek, bir olabilmek için devasa kaynakları harekete geçiren aşıklar için ayrı düşmek bir trajedi, bir varoluşsal yenilgidir. Anneden kopuşun, o ilk sınır çizgisinin travmasıdır belki de bu. Ve o ilk sınırlanmanın travmasını, başka sınırları aşarak aşmak isteriz belki de. Sınırları ortadan kaldırmak isteriz. Özler dururuz o “bir”liği, ancak bizi biz yapanın tam da o sınır olduğunu düşünmeden. Nitekim şiir, bıçak sözcüğünün ani sertliğiyle adeta kesilir, son bulur. Bu anilik ve bıçak, bir başka okumayı gerektirir. Dizelerin tek başlarına, bıçakla biçilerek ve sınırları birleştirilmeden alımlandığı okumayı: “kendime sen diyorum çünkü mesafe” veya “böyle kalkıyor aramızdan sanki ten” veya “tendeyken biz hiç” veya “ayırılamayan ayırt edilemeyen bir”. Bu dizeler hep böyle bir bıçağın dizenin sonunu geri kalanından ayırdığı sınırlayıcı biçim vermesiyle oluşmuştur. Bıçak biçerek sınır yapmaktadır.
Ancak mesafe aşılmak istenmektedir, ten, yani sınır, rahatsız edici bulunmakta, tenin yetersiz varoluş koşulundan şikâyet edilmektedir. Artlamalar tam da mesafenin aşıldığının iddia edildiği yerlerde durmaktadır: “çünkü mesafe / böyle kalkıyor aramızdan”, “ten / tendeyken”, “biz hiç / ayırılamayan ayırt edilemeyen”, “sen diyorsun bana / ben diye”. Bıçak araya girmekte ve bizi biçimlendirmektedir, acıtarak, kanatarak.
Nihayetinde
bu salt bir felaket haberi de değildir. Bizi karşımızdakinden ayıran bıçak,
özneleşmek zorunda da bırakır aynı zamanda. Dünyanın geri kalanından o bıçakla
ayrılan ve artık o sınır üzerinden ilişki kuracak olan özne, o kopuşla ve o
kopuşun ayırdığı “diğeriyle” kurduğu ilişkiyle var olur. Her ikisi de sınırı
işaret eder. Bıçağın geçtiği yer kaçınılmaz olarak bir etkileşim hattıdır ve o
“diğeri” bizi, biçimimizi yapmaktadır, yapacaktır.
Alman Ruleti
Sevgiliyle konuşma ve kavuşamamanın verdiği acı, şiire bu ilk yaklaşımda yararlı ve temel bir bakış açısı sunuyor. Ancak şiir, bu bakışla “sınırlı” gibi durmuyor, başka bakışlara da yöneliyor. Kitabın adı Alman Ruleti (Deutsches Roulette) ve basıldığı tarih 1991. Kitabın Doğu ve Batı Almanya’nın yeniden birleştiği tarih olan 1990’ın hemen ardından gelen 1991’de yayımlandığını düşünecek olursak, iki Almanya’nın birleşme sancılarına da gönderme içerdiğini düşünebiliriz. Üstelik “Şiir”, Köhler’in Alman Ruleti adlı kitabının en başında, açılış şiiri olarak duruyor. İki Almanya’nın bu muhtemel karşılaşması, şiirin, sınırın her iki yakasından da baktığını, en azından bu bakışı engellemediğini fark ettirir. Birbirine dikkatlice yaklaşan ve bir birleşme yabancılaşması içinde iki Almanya…
Sınırın her bir yanından diğerine bakışlar arasında salınan bu şiir, tek kurşunla iki kişi arasında gidip gelen tabancasıyla bir Rus ruleti olarak da karşımızda duruyor. Rus ruleti, oyunun sonunda sınırı, sınırın diğer yakasındakini ortadan kaldırarak kaldırır. Nitekim sınırın bir yanından diğeri görünmez. Alman ruleti bu tehlikeli oyuna gönderme yapıyor; oysa karşıdakinin ortadan kalkması, sınırların da ortadan kalkması demekse eğer, (sınırları tarafından belirlenen özne için bu) kendinin de ortadan kalkması demektir. Şiirin sonunda öznenin bıçakla biçilmesi böyle bir felaketi de imliyor. Bu şiirin son dizesinde de tabancadaki tek kurşun değilse de bir bıçak var ve bir biçim yapıyor. Bu bıçak, şiire sadece biçim değil, aynı zamanda son veriyor. Edilgen bir son; lirik öznenin hem öldürülüp hem doğurulduğu bir son…
Ve unutmamak gerek, birleşme bir başka korkuyu da içeriyordu: Doğu’nun Batı tarafından yutulması korkusu. Nitekim korkulan da gerçekleşti.
“Şiir”
Tüm bu düşüncelerden sonra yavaş yavaş dikkatimizin alanına giren bir şey var: Bu şiir, “Şiir” başlığıyla karşımızda duruyor. Bu ne anlama gelebilir? Anlatılanların şiire dair temel bir şeyler söylüyor olması? Öyle görünüyor. “Şiir”de anlam yoğun biçimde kullandığı artlama üzerinden oluşuyor ve Agamben’e göre de artlama şiiri düzyazıdan ayıran en temel öğeyi, daha doğrusu şiirle düzyazı arasındaki sınırı oluşturuyor. Şiir demek olan artlama, bu yanıyla sınır sancısını ifade etmeye, daha doğrusu göstermeye belki de en uygun araç.
Sınırı tanımlayan “mesafe, ten tende (olmak), diğeri, sınır” gibi sözcüklerden sonra “geçiş” sözcüğünün gelmesiyle, yani sınırın öte yanına geçilmeye cüret edilmesiyle birlikte ve araya bir artlama mesafesi girdikten sonra “açık bir yara” belirir. Yaradan sonra (ama belki de önce) bıçak çıkar ortaya, biçmek ve biçim vermek için.
Okurun bakış açısından şairin bakış açısına veya şiirin alımlanmasından üretilişine gelindiğinde de yine böyle bir kopuş sancısı vardır. Yazım süreci boyunca şiiriyle özdeşleşen şairin şiirini bitmiş olarak görüp ondan ayrılması, yine böyle bir kopuş olarak görülebilir. Burada da şair şiirini yazıp ayrıldıktan sonra şiir geri dönerek şairini yazmaktadır. Şiirin şairi ebedi bir “açık yara” olarak bıraktığını söyleyebiliriz.
Artlama hem bir kopuş demektir hem de kopuşun üstesinden gelme yönünde çalışan irademiz. Tenle tenin (“ten / tendeyken”) arasına artlama girmiştir. Keza “mesafe / böyle kalkıyor” derken orada yine bir artlama, yani kısa bir kopuş, dolayısıyla mesafe ve birleştirme çabası vardır. Bu yüzden de mesafenin ortadan kalkışı, hem trajiktir hem de ironik.
Şiir, bakışık perspektifler arasındaki bir çift kutupluluğun (sınırın her iki yakası; Alman ruleti) tanıdık muğlaklığı içinde. Özne ve diğeri, birbirleriyle yer değiştirebilme opsiyonları içinde konuşuyorlar.
kendime sen diyorum;
diyorsun bana / ben diye;
ben diye hangimiz derse.
Bu
bakışıklık, sınırın her iki yanında da olunabilirmiş gibi bir yanılsamaya yol
açtığından sınırı muğlaklaştırıcı bir etkiye yol açıyor. Ancak şiirin tek muğlaklığı
bu değil. Aşkın aşkınlaşamama acısı, birleşemeyen Almanyalar ve birleşmek
isteyen sözcüklerin arasına giren artlamalar, şiiri soyutlaştırıp mümkün tüm
sınırlara dair bir kavrama dönüştürürken bu anlamda bir muğlaklığa da yol açıyor.
Sınırın iki yakası, sınırın öte yakasının ulaşılmazlığının olduğu kadar üst
üste gelen katmanların (sevgili, siyasi sınırlar, şiir…) soyutlaşan ve muğlaklaşan sınırlarının da şiiridir.
Ancak yine de bir sınırdır ve şiirin ta kendisidir “Şiir”. Muğlaklıklar ve
sınırlar bir bulunup bir kaybedilir şiir boyunca. Ona acı veren ancak
varoluşunu borçlu olduğu sınırlarla çevrelenen, sınırları aşarak yalnızlığından
kurtulmak isteyen ancak yitim tehlikesiyle burun buruna gelen insanı anımsatmıyor
mu bu? Bitimsiz bir saklambaç, durdurulamayan bir dünya yapım ve bozumu, ebedi
bir sisifos çalışması…
Sosyal Medyalar